Türkiye hepimizin en acı şekilde de deneyimlediği üzere dünyanın en aktif deprem kuşaklarından birinde bulunmaktadır. Deprem Bölgeleri Haritası'na göre yurdumuzun % 92'si deprem bölgeleri içerisinde yer almaktadır. Ülke nüfusumuzun % 95'i deprem bölgelerinde yaşamakta, ayrıca büyük sanayi merkezlerinin % 98'i ve barajların % 93'ü yine deprem bölgelerinde bulunmaktadır.

Ülkemizde pek çok yerleşim alanı aktif faylar üzerine kurulmuştur. Aktif fay hatları ve çevresinde oluşturulan yapılaşma ve depreme elverişsiz zemin üzerine yapı inşası; yapım sırasında projelendirme, yapım, malzeme ve işçilik hataları; denetimlerin gerektiği şekilde yapılmaması depremde can ve mal kayıplarının yaşanmasına neden olmaktadır.

1999 yılında gerçekleşen Gölcük, Düzce ve daha sonra Bingöl, Van, Elazığ  ve İzmir depremlerinin acıları hala taze iken 6 Şubat 2023 tarihinde yaşadığımız Kahramanmaraş merkezli iki deprem felaketi de  11 ayrı ili derinden etkilemiş, çok sayıda mal ve can kaybına yol açmıştır. Bu sebeple Türkiye gibi deprem kuşağında yer alan ülkelerde depremin bir doğal afet olması yanında hukukun da konusu olmuştur.

Üstelik her yeni deprem mevcut hukuk kurallarının yeniden değerlendirilmesine ve ihtiyaç halinde mevzuatın değiştirilmesine yol açmaktadır. Örneğin imar aflarının bir daha gündeme dahi alınmaması gerekliliği net bir şekilde ortaya çıkmıştır.

Mücbir sebep idari faaliyetlerin dışında cereyan eden, önceden tahmin edilmesi ve karşı konulması imkansız olan olaylardır. Mücbir sebep söz konusu olduğunda idarenin hem hizmet kusuruna dayalı sorumluluğu hem de kusursuz sorumluluğu ortadan kalkar.

İdarenin teknik imkan ve kabiliyetleri ne kadar güçlü ise sorumluluğu da o kadar yüksektir.  Günümüzde yaşanan teknolojik ve bilimsel gelişmeler depremi aslında öngörülemez olmaktan çıkarmıştır.

Bilim ve teknolojik gelişmeler ile gelinen noktada depremin önlenmesi mümkün olmamakla birlikte, bugün artık hangi il/ilçede hangi şiddet ve büyüklükte deprem olabileceği bilimsel olarak ortaya konulabilmektedir.

İdarenin teknik ve mali imkanları ile alacağı tedbirlerle doğabilecek zararları azaltması mümkündür. Bu unsurlar öngörülemezlik ve önlenemezlik ilkelerinin kapsamını daraltmaktadır. Sık sık depremlerin olduğu ve  %92 si deprem bölgesi olan bir ülkede deprem mücbir sebep olamaz.

Deprem doğal afetinin, mücbir sebep olarak kabul edilip edilmeyeceğine ilişkin kesin bir kural yoktur.

Ancak özellikle deprem kuşağında yer alan bölgeler bakımından depremin mücbir sebep olarak nitelendirilmemesi gerektiği doktrinde ve yargı kararlarında da belirtilmektedir. Deprem kuşağında olan ve daha önce deprem meydana gelmiş bölgelerde deprem olması mücbir sebep olarak kabul edilemez. Çünkü bu bölgede yeniden bir deprem meydana gelmesi muhtemeldir ve bu bölgede deprem gerçekleşmesi öngörülemez nitelikte kabul edilmez.

O ana kadar deprem bölgesi olduğu bilinmeyen bir yerde deprem olsa dahi, idare bir yerde fay hattı bulunup bulunmadığını, buranın deprem bölgesi olup olmadığını tespit edebilmek için, önce orada deprem olmasını bekleyemez.

İdare tüm ülkede bu belirlemeleri yapmış, deprem haritalarını çıkartmış, risk derecelerini belirlemiş, buna göre kurallar koymuş, yapıların inşasına ilişkin teknik detayları belirlemiş, önlemlerini almış ve gerekli denetimleri de titizlikle yerine getiriyor olmalıdır. İdare kurallara aykırı yapılarla ilgili de yaptırım uyguluyor ve teknik düzenlemelere aykırı yapıların yıkılmasını sağlıyor olmalıdır.

Depremin öngörülemez ve önlenemez bir doğa olayı olması gerçeği ile depremin öngörülebilir ve önlenebilir sonuçlarından kaynaklanan hukuki sorumluluk birbirinden ayrılmalıdır. Devletin asli görevi olan can ve mal güvenliğini sağlama yükümlülüğü, her türlü muhtemel zararların önlenmesine ilişkin tedbirlerin alınması ve gerçekleşen zararların giderilmesi sorumluluğunu da beraberinde getirmektedir.

Yukarı